ANADOLU’NUN TANRIÇALARI…

Orda bir köy var, uzakta.

O köy bizim köyümüzdür.

Gezmesek de, tozmasak da

O köy bizim köyümüzdür.

Ahmet Kutsi Tecer’in bu dizelerini, ilkokulda müzik dersinde coşkuyla söylerken, gerçekten de yürekten hissederdik o köyün bizim köyümüz olduğunu.

Ülkemizde doğudan batıya, kuzeyden güneye bütün köyler bizimdi.

Gündem sürekli değiştirilse de bir haber var ki, üzeri örtülmemeli!

“İkizdere köylüleri doğa katliamına ağaçlara çıkarak direniyorlar.”

“Kadınlarımız her şeye rağmen doğasına sahip çıkıyor.”

Bizler, Anadolu’nun tanrıçaları kadınlar, vahşi doğayla bağları olan Kybele’den beri doğanın koruyucularıyız. Şehir yaşamı bize bunu unutturmuş olabilir ama bu gerçeği değiştiremez.

Tıpkı Halil Cibran’ın dediği gibi!

“Doğa, hoşgeldin diyen kollarıyla uzanır bize ve onun kadınsı güzelliğinden haz almaya çağırı bizi, ama biz onun  sükunetinden ürker, kalabalık  kentlere akın ederiz ve orada tıpkı vahşi bir kurdun önünden kaçışan koyunlar gibi birbirimizi sıkıştırarak yaşarız.”

Olgunluk yaşlarımda yeniden tanış oldum doğayla. Barındığım dört duvar arasındaki ev kavramından uzaklaştım. Doğada daha güvende hisseder oldum kendimi evime döndüm…

İkizdere’de yaşanan mücadelenin ilk gününden beri direnç gösteren kadınlarımız bize, varoluşun yüklediği doğanın koruyuculuğu görevini tekrar hatırlattılar.

Onlar Anadolu'nun tanrıçaları…

Doğaya yönelik yıkım politikaları sadece Karadenizle sınırlı değil.  Türkiye’de tüm kıyılar, sahil şeritleri, ormanlar yanlış ve çıkarcı politikalarla yağmalanmakta.

Oysa “doğa ticari bir mal haline getirilemez”

Taş ocağı için, termik santraller için, yol için, inşaat sektörü kazansın diye vs… Ağaç kesmenin  bahanesi olmamalı. Gelecek nesillere bırakmak zorunda olduğumuz doğayı korumak mecburiyetindeyiz.

Doğayı yok etmektense insanlara doğa ile iç içe bir yaşam sunan yöneticiler seçmeliyiz. Bu bizlerin görevidir. O zaman doğada insanda huzura kavuşacaktır.

Şunu da unutmamalıyız!

“Hakarete uğramış doğa ile suçlu bir kalbin öcü, insan adaletinden çok daha güçlüdür”

(Dostoyevski)