Merhabalar,
Ben Berfin. Bugün aslında bir çocukluk hayalim gerçekleşmiş oluyor ve köşe yazıları yazmaya başlıyorum. Öncelikle bana bu imkanı veren gazetem Ege Ajans'a teşekkür ediyorum.
Özellikle ortaokul yıllarımda en büyük isteğim köşe yazarı olmaktı. Bu hayalimde beni destekleyen ve cesaretlendiren insanların da büyük etkisi vardı.
Ortaokul altıncı sınıf, Antalya Emel Sevgi Taner İlköğretim Okulu, arka bahçeye bakan Türkçe sınıfı; kendimi gerçekten rock star zannetmeme sebep olan kısıtlı saatlerdi. Çok sevgili Türkçe öğretmenimiz Adnan Özen. Kendisi hayatıma yön veren insanlardan biridir. Köpeğinin yüzünü taşıdığı yüzüğü, askılı pantolonu, beyaz saçları ve balıkçı teknesinde geçen anılarıyla hepimizi kendisine hayran bırakırdı.
Ne zaman kompozisyon yazacak olsak, bizi asla kısıtlamazdı. Tek bir şey söylerdi; “mutluluk, barış, hayat” gibi kelimeler. Aklına geldiğince yaz yazabildiğin kadar. Klasik kompozisyon anlayışının dışında, fikirlerimizi özgür bırakmamızı sağlardı. Dünyada en sevdiğim şey bir şeyleri yazılı olarak anlatmaktı o zamanlar. Kendimi çok iyi hissederdim. Yazılarımı ilgiyle dinleyen öğretmenim ve sınıf arkadaşlarımsa bu konuda cesaretlenmemi sağladı. O Türkçe dersleri için hepsine minnettarım.
Aynı harika ders işleme şeklini üniversitede ise Sıdıka Yılmaz ve Soner Yağlı hocamızın yazı derslerinde yaşamıştım. Sıdıka Hocam yağmurlu bir gün, “Yağmurdan ilham alın, ne yazarsanız yazın” demişti. İnsanın bunu kendisini rahat hissettiği bir ortamda deneyimlemesi çok önemli diye düşünüyorum. Yıllarca kendini rahat hissettiğin bir eylemi okuyucu etkisi altında yazmak, gece yarısından sonra radyoyu açıp defterine karalamakla aynı his değilmiş.
Şimdi sizlerle o yağmurlu derste yazdığım yazıyı paylaşmak istiyorum;
"BULAŞIK BEZİ
Hayatta yağmur olmak da var, bir şişe içinde su olmak da…
Ben hep mutfak damacanası oldum. İsteyen istediğinde kafama basıp içimi dışıma çıkardı ve parkelere dökülmeyeyim diye altıma bir havlu serildi. Dökülmemin engellenmesine gerek yoktu, yere dökülmeyeyim yeterdi…
Bugün yine buzdolabının üstüne baktım. Yapılacaklar listem. Her zaman yatmadan hazırlarım. Az uyuduğum için unutkanım. Kafama kaç kez basılacağını yazarım hep böyle.
Dosyalar hazırlarım, ütü yaparım, toplantıya koşarım, salata yaparım, onlar televizyona bakar ben listemi hazırlarım. Damacananın altına bir havlu koyarım. Parkeler ıslanmasın…
Bugün kafama en az on kez basılacak.
Belki de izin vermem! Nihayetinde güçlü bir damacanayım. Bir tren bileti alacağım ve…
Sadece o kadar işte!
Her şey saniyenin onda birindelik bir anda geçti. Hızla sırt çantamı aldım. Gerekli her şeyi koydum, zaten çok az şey gerekliydi.
Öyle koştum ki merdivenlerden, asansör aklıma gelmedi. İstasyon meğer ne yakınmış! İlk gelen trene atladım.
Dünyanın en güzel treni olmalı bu. Dışarda uzun uzun otlaklar var. Öldüğümde böyle olacak işte. İncecik bir elbiseyle, çıplak ayaklarım nemli toprakta, saçlarım nazikçe uçuşurken, sonsuz mutluluğa sahip olacağım.
Otlar bacaklarımı ve avuç içlerimi gıdıklayacak. Şimdi gördüğüm tüm bu güzel şeyler, yalnızca oradaki gerçek dünyanın yansımaları olsa gerek. Cennet ya da idealar evreni gibi.
Başımı cama yaslayıp özlediğim tüm duyguları kokluyorum bir süre daha. Sonra çantamda telefonum çalıyor. Evden arıyorlar.
Kapat tuşuna basıyorum, sadece bir gün olsun, otlarla birleşen bir yağmur damlası kadar özgür.
Ben bugün yağmurum…”
Hocam yazımı çok feminist bulmuştu. Elbette çok gururlanmıştım. Şimdi 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nü geride bıraktığımız bu günde, bu eski yazımla başlamak istedim; süslü sözlerin dün söylendiğini ama bugün eyleme dökülmediklerinin farkında olmamız için.
Bu da benim köşeme başlangıç yazım olsun. Önümüzdeki günlerde kendimi Türkçe sınıfındaki kadar rahat hissedebilmeyi ve karantinadan çıkmış olmayı diliyorum.
Hoşçakalın.