Ölümden sonra unutulmak korkutur hepimizi. Belki bu yüzden mezar taşlarına yazarlar ismimizi var olduğumuzun, bu dünyadan geçtiğimizin kanıtı olarak.
Ölmezliğin peşinde koşmaktır şiir, roman, öykü yazmak. Resim, heykel yapmak. Hem yaşarken hem de öldükten sonra unutulmamak için gösterilen çabadır. Yüz yılların ötesinden günümüze ulaşan heykeller, çok değerli tablolar bırakan ressamlar, şairler, yazarlar bunun kanıtıdır aslında.
Diyeceksiniz ki; bu şans yer yüzüne gelmiş ve gitmiş olan milyonlarca insandan kaçına nasip olmuştur?
Çok azına bu bir gerçek.
Peki eser yaratma gücüne sahip bir sanatçı bunu dikkate alır mı?
Ben şiirlerimi yazarken, çok derinimde unutulmamayı dilesem de şiirin girdabında yok olmaya hazır olarak kalemi elime alıyorum. Ama yine de unutulmaktan korktuğumuz kesin. Sürekli öz çekimler yapıyoruz binlerce fotoğrafımız var. Kendimizi hatırlatacak çalışmalar içerisindeyiz. Ne yazık ki ne yapıp edip hafızalarda kalıcı olmak için her birimiz değişik yollar buluyoruz. Tehlikeli olansa, bunu bir amaç haline dönüştürmemiz.
Peki, bizler neyin peşindeyiz?
Adımız kalmasın şu dünyada ne çıkar? tanıyan, bilen, anan olmasın…
‘’Bazen unutuyor insan, unutulduğunu da!’’
Şair duyarlılığıyla nokta koyalım yazımıza…
On kalır benden geriye dokuzdan önceki on
Dokuz değil on kalır
ON çiçek, on güneş, on haziran
On eylül, on haziran
On adam kalır benden, onu da
Bal gibi parlayan, kekik gibi bunalan
On adam kalır.
Ne kalır ne kalır
Tuz gibi susayan, nane gibi yayılan
Dokuzu unutulmuş on yüz mü kalır
Onu da unutulmuş bir şiir belki kalır
On çizik, on çentik, on dudak izi
Bir çay bardağında kalmış on dudak izi
Aşklardan, sevgilerden
Suya indirilmiş bir kayık gibi
Akıp gitmişsem, gelip geçmişsem
Bir de bu kalır.
Edip Cansever